17 Temmuz 2010 Cumartesi

il fenomeno'nun Sessiz Vedası


2010 yazı dünya futbol tarihinin en ilginç yazlarından biri olarak tarihe geçti diyebiliriz. Kara Kıta'nın yöresel güzellikleriyle diğer kıtalardan gelen konukların ortaya koydukları renk cümbüşü ilginin kıtada toplanmasına ön ayak olan en büyük etkenlerdendi. Kış mevsiminde Dünya Kupası izlemeye alışık olmayan bazı bünyelerde ise şaşkınlık söz konusuydu ki; bu şaşkınlık en çok Dunga'da hakimdi.

Gruplarda oynanan maçlarda futbol adına pek bir şey olmamasının yanında gol kıtlığı da söz konusuydu. Penaltılar ve kırmızı kartlarla geçen bir Dünya Kupası oluyordu ve biz futbol aşıklarının en son isteyeceği durum ortaya çıkmıştı. Ancak ikinci turdan itibaren beklediğimiz futbol şöleninin başladığının sinyalleri belirmişti. Kırmızı kartlar ve penaltılar devam etse de bol gollü maçlar ve güzel futbol tekrar olması gerektiği yerdeydi.

Turnuvanın isim olarak sürpriz olan, futbol olarak sürpriz olmayan dört büyük hüsranı ise Fransa, İtalya, Arjantin ve Brezilya'ydı. Bu muhteşem dörtlüden turnuvadan ilk kopan Fransa daha turnuvanın ilk maçında Uruguay karşısında pozisyona giremeyerek erken vedanın sinyalini vermişti. Futbolu bırakan Zidane'dan sonra lidersiz kalan Fransa yaşlanan yıldızlarının da yerini dolduramamıştı. Bunun üzerine bir de ortaya çıkan bir iç savaş vardı ki Fransa'nın ipini çeken de bu savaştı. Son finalistin erken vedası gözleri son şampiyona çevirmişti; İtalya'ya. Geçen dört seneye rağmen yaşını başını almış Cannavaro'nun kaptanlığını yaptığı bir İtalya'dan medet ummak en başından mantıksızdı. Ancak, turnuvanın tek namağlup takımı Yeni Zelanda'nın altında grubu sonuncu tamamlayacak bir İtalya'da kimsenin aklından geçmemişti! Maradona gibi bir efsanenin yönetimindeki Arjantin ise kolay rakiplerine golleri sıralarken, Messi'nin sönük ve şansız futbolu Arjantin için kara günlerin habercisi gibiydi. Hücumdan başka bir şey düşünmeyen, düşünemeyen kadro yapısıyla Arjantin de aynı Brezilya gibi yanlış kadro seçiminin kurbanı olmuştu ve Panzerler'den fark yemekten kaçamamışlardı. Elinden düşürmediği tespihiyle bir efsane kupaya çeyrek finalde veda etmiş ve bu veda Latin Amerika'nın bu turnuvadaki çöküşünü hızlandırmıştı. Arjantin açısından bu dramatik sonun ne kadar normal olduğunu tek bir örnek açıklamaya yetiyordu: Juan Veron'un organize ettiği bir orta saha.

Hüsranların en büyüğü ise açık ve net bir biçimde yanlış kadro tercihine kurban giden Brezilya'nındı. Elindeki çok sayıda kaliteli hücumcudan en vasatlarını(Kaka ve Robinho hariç) Güney Afrika'ya götürmeyi tercih eden Dunga; benim gibi futbol aşıklarına da darbelerin en büyüğünü vurup Ronaldo'yu kadroya almama tercihini kullandı. Bu kadar büyük bir efsaneye bir kişilik bile yer ayıramayan Dunga'nın elindeki vasat kadroyla neler yapabileceği de aşikardı. Kendimi bildim bileli izlediğim her Dünya Kupası'nda oynayan Ronaldo artık yoktu. 90'lar ve 00'larda Dünya Kupası denince ilk akla gelen isim olan, kupa tarihinin en golcü ismi sevenlerine bir elveda diyemeden sessiz sedasız bir biçimde dünya futbol sahnesinden çekilmişti.

Efsanelerin tek tek veda ettiği kupada finali kupası olmayan iki takımın oynaması finale biraz olsun heyecan katmıştı. Hollanda ve İspanya'nın boy gösterdiği finalde Barça altyapısı ve Madrid'in kalesi kupayı İspanya'ya götürmüştü. Böylelikle yıllardır yaşadığı şanssızlıklar ve kadrosunda yer almış onlarca efsanesiyle Portakallar bir turnuvadan daha boynu bükük ayrılmıştı. Biz futbol severlere ise son üç yılda üç büyük kupa kazanan Barça altyapısını tebrik etmek kalmıştı..